Yine bir Cuma günü İstanbul’dan Bursa’ya geldik..İşimiz bittiğinde bir yere gideceğiz ama neresi olacak belirlememiştik. Saat 19:00 civarında karnımızı doyurduk, arabaya bindik ama halen gideceğimiz yere karar vermiş değiliz. Biblo’nın gözlerine baktığımda gözlerini açmış gözlerini merakla bana bakıyor, nereye gideceğimizi o da merak ediyor. Bu tür durumlarda kulak keser ve bizleri can kulağı ile dinler. Kararlılığımız anladıktan sonra genelde hava kararmışsa biraz dışarı izler sonra kafayı vurur yatar.
Sonra bir şey oldu.. “Eğirdir’e gidelim” dedim. Nuray’dan gelen ses “Olur. Ne kadar zamanda gideriz” oldu. Kısaca hava durumuna baktım sadece.. Yağış görünmüyordu. Tamam diyerek yönümüzü Eğirdir’e çevirdim..”5 saatte gideriz sanırım” dedim. Nasıl gideceğimizi Nuray haritadan belirledi ve Eğirdir bölgesi maceramız bu şekilde başladı. Nerede kalacağız, ne yapacağımızı yolda belirledik. Bu tür gezi kararları beni hep heyecanlandırır. Mantıktan öte istediğimize bizi yöneltir.
Nuray ile Biblo arkada uyudular, ben ise gecenin sessizliğinde enfes bir yol aldım. Bilmediğim ilk defa aldığım yollar bende ayrı bir keyif uyandırır. Gece saat 2’ye geliyordu otele vardık. Gölün dalga sesleri duyuyor ve rüzgarın serin esintin hissediyorduk. Ama ortamı görmek için sabahı beklememiz gerekti.
Otel odamızın penceresinden baktığımızda gördüğümüz manzara muhteşemdi.. Hemen gölün kenarındaydık ve o güzel rengi ile göl bizi bekliyordu. Dışarı çıktığımız bu görüntüye hava, rüzgar, sesler eklendi…Biblo çok sevinmiş halde etrafa koşturdu. İçimizdeki çoşkunun sesini çok şiddetli duyuyordum..Çok ilerlerden kar kokusunu taşıyan rüzgarlar, dalgaların sesi ve göl…
Eğirdir Türkiye’nin en büyük ikinci tatlı su gölü. 517 km2’lik bir alana sahip. En derin noktası 16 metre ve ortalama 12 metre civarında derinliğie sahip. İki tane adası bulunuyor. Birisi kara ile bağlantısı bulunan ve bizim bulunduğumuz Yeşil ada. Diğeri ise Can ada. Yaza göre havadaki nem oranı az olduğundan, bu berrak havada çevre dağların karlı zirvesini rahatlıkla görebiliyoruz.
Ada çevresindeki kısa bir gezinti arkasından kahvaltı için otele dönüyoruz. Otelde kısa bir gezi ve zaman planı yapıyoruz. İlk gezi noktamızı ise Kovada gölü olarak belirliyoruz.
Baharın bu ilk zamanlarında serin havanın verdiği dinginlikle yola koyuluyoruz. Çevreyi seyrede seyrede yol alıyoruz, bir yandan da ilgimizi çekenleri konuşuyoruz. Biblo hiç bir anı kaçırmamacasına Nuray’ın kucağından tüm yol boyunca etrafı inceliyor. Etrafımız kızılçam, karaçam, toros göknarı ve meşe ağaçları ile çevrili. Her ne kadar serin bir havada olsak penceremizi açarak bu temiz havayı soluyoruz.
Kovada gölü ve çevresi milli park. Kovada gölü çok büyük bir göl değil ama enfes manzaraları ile bizi büyüledi. Karstik polye gölü. Gölün en deri yeri 7 metre civarındaymış.
Göl çevresinde gezerken bir kumsal görüyoruz. Bembeyaz kumsal ve çevresinde geziniyoruz.
Bu sahili hiç beklemiyorduk. Hepimizi büyüledi..Bu beyaz kumsal nedir diye baktığımız da daha da şaşırdık. Kabuklu hayvanların kabuk kırıklarından oluşurdu. Bunu araştırdım ama hakkında bilgi bulamadım.
Kovada’dan ayrılarak Yazılı Kanyon’a doğru yol alıyoruz. Aracı park ettiğimiz noktada çoşkulu akan ve yazılı dere diye adlandırımış dereyi görüyoruz. Dere’nin suları henüz eriyen kar suyuyla çoşkulu ve rehabilite edici sesi ile akıyor. Bir süre dereye bakıp, çoşkulu sesini dinliyoruz.
Yazılı Kanyon’a doğru yol alıyoruz. Köprü’den Yazılı Dere başka güzel görünüyor.
Yazılı kanyon’a adını veren yazılı kaya’ya ulaşıyoruz. Ne yazıkki yazılı kaya defineciler tarafından zarara uğratılmış. Neyseki önceden kurtarılmış ve tercümesini okuyabiliyoruz. Bu yazıt, tüm insanların tek bir tanrıdan geldiğine inanan filozof Epiktetos tarafından yazılmış “Hür İnsan Üzerine Şiir” adında bir şiir’i içeriyor.
Kral yolunu takip ederek, kanyon’da yürümeye devam ediyoruz.
Yolcuğumuzda Yazılı dere’nin hep yanımızda devam ediyoruz. Zaman zaman masalsı manzaralarla karşılaşıyoruz.
Patika sonunda mağara’dan doğan suyun olduğu noktaya kadar gidiyor ve geri dönüyoruz.
Geriye dönüp çayımızı yudumluyoruz.
Yazılı kanyon’dan ayrılmak ama dur diyemediğimiz zaman geçip gidiyor ve güneş yavaş yavaş bizi terk ediyor.
Ertesi gün Eğirdir merkeze iniyoruz. Dündar Bey medresesine ve Hızır Bey camine uğruyoruz. 12 yy’da yapılan yapıda minare çok ilgimizi çekiyor. Sur üzerine yapılan ilgi çekici bir görüntü oluşturuyor.
Hızırbey Camisi’nin ahşap’tan yapısı görmeye değer.
Catıdan sızan ışık ve ahşap tavan:
Sonrasında Barla’ya doğru yola çıkıyoruz. Barla yolunda çiçek açmış meyve ağaçları bizleri karşılıyor.
Barla’dan tekrar Eğirdir’e doğru geri dönüp seyir tepesine çıkıyoruz. Taze hava ve manzara büyüleyici.
Eğirdir’i terk ederek Dedgöl dağları üzerinde Beyşehir’e doğu yol alıyoruz. Yolumuz üzerindeki Zincan mağaralarına uğramak istesekde girişlerin kapalı olduğunu üzüntüyle görüp Beyşehir’e doğru yol alıyoruz.
Eğirdir’den Beyşehir’e giden Dedegöl dağlarının eşliğindeki manzara ve tabiat o kadar etkilediki bizi, pek çok defa durup manzarayı doyasıya seyrettik. Pek çok zaman konuşmadan rüzgarın yüzümüzü gıdıklaması ile karlı dağları seyrede durduk.
Etrafımızdaki flora’da olduça etkileyici. Nuray bir ara flora’ya dalıp gitti. İşte o dalıp gittiği zamanlardan kareler:
Pınargözü mağarasına gitmek istiyoruz ancak karla kaplanan yol geçiş vermiyor. 12 Km uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun mağarası olan Pınargözü mağarası en zorlu mağaralardan da biri. Pınargözü mağarası önünde bir hatıra fotoğrafı çekip yolumuza devam ediyoruz:
Dedegöl dağları bu aylarda kendine aşık ediyor anlaşılan. Etrafa bakmaktan ilerleyemedik. Kar sularının oluşturduğu dereler, çam ağaçları, temiz hava, dağlardan gelen esinti ile derinleştikçe derinleştik.
Beyşehir gölü ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Bizi dedegöl dağları ile kendini besleyen derelerin kaynağı ile karşıladı. Sonra da yemyeşil adalarıyla:
Papatya kaplı kıyılarındaki manzaraları izliyerek ve zaman zaman ilk tanıştığımız Beyşehir gölünün kıyısında durup onu izleyerek geçiriyoruz.
Beyşehir’e vardığımızda gölgeler iyice eğilmişti. Bizde güneşin muhteşem batışını izlemek için göl kıyısına gittik.
Beyşehir’de Eğirde olduğu gibi pek turistik otel yok. Biz de geceyi Öğretmen evinde geçiyoruz. Ertesi gün Beyşehir’i geziyoruz:
<şehir merkezinden sonra tesadüfen karşılaştığımız İsmail Ağa Medresesini ziyaret ediyoruz.
Beyşehir merkezinde biraz dolanıyoruz. Anadolu kentlerinin çarşılarından çok farklılık yok. Önceki akşam girdiğimiz ve sevdiğimiz pidecide karnımızı doyurup İstanbul’a doğru dönüş yolculuğuna başlıyoruz.
Ancak Beyşehir ve Dedegöl Dağları manzaralarını geride bırakmak o kadar kolay değil. Yolumuz üzerinden manzaralar:
Güneş geceye bizi mahkum etmeden önce yolumuz üzerindeki Eflatun Pınarı’a uğruyoruz. Eflatun Pınarı göğü taşıyan ve yerle gök arasında ilişki kuran tanrıları tasvir etmekte. Hitit dönemine ait olan bu yapıtlar görüp de etkilenmemek elde değil.
Eflatun pınarından sonra Kızıldağ Milli Partına doğru yol alıyoruz. Kızıldağ milli parkında çok bir şey bulamıyoruz ama yinde temz havasını teneffüs ederek yolumuza devam ediyoruz.
Her bir ağacı plakalandımışlar.
Güneş batmadan son durağımız Akşehir gölü:
Sonrasında güneşi batırarak yolumuza devam ederek bir güzel gezimizi daha bitirdik.